Yalnız, anlattıkların sahici ve öncelikle seni etkileyen şeyler olmalı. Bizim sesimiz bizim kulağımızdan içeri girmezken kimsenin kulağının içine giremez.
Söz söyleme biçiminin etkisini; sabrın, şefkatin, teslimiyetin iyileştirici gücünü vurgulayan Fatma Barbarosoğlu imzalı Hiçbiryer romanı, geçmişten günümüze Türkiye panoramasını ve köy yaşantısıyla şehir yaşantısı arasındaki farklılıkları ince detaylarla okuyucuya aktarıyor. Osmanlı’dan cumhuriyete geçişte yaşanan sancılar, latin alfabesine geçişle oluşan yeni kültürel kodlar; demiryollarının inşa edilmesiyle değişen seyahat biçimleri, göç ve aidiyet meselesi romanda yer alan iki kuşağın fertleri üzerinden anlatılıyor.
Rüya gören Şahin, anlatılacak bir Müjgân olmadığını bilmiyordu. Burnuna konan kara sinek görmekte olduğu rüyayı altüst ediyor. Sineği kovuyor Şahin. Sarı perdenin altından sızan çılgın güneşe karşı, sağ elini yüzüne siper ediyor. Bir mısra giriyor rüyanın ortasına.
Romanın ana karakteri Şahin, İstanbul’daki bir üniversitede araştırma görevlisidir. Şahin “Kılavuzum” dediği üniversitedeki hocasının ani ölümü ve sözlüsü Müjgân’ın bir patlamada yüzünü kaybetmesi gibi üzücü olayları peş peşe yaşadıktan sonra içine kapanır.
Üniversite, ilim sahibi bir insan olan İhsan Hoca’nın ölümünden sonra, ilimden çok mevki sahibi olmaya değer veren akademisyenlerin eline kalmıştır. Üniversitedeki bu değişim, aslında modern çağda şehirlerde yaşanan yozlaşmanın sadece bir parçasıdır. Üstelik bu karanlık resmi aydınlatabilecek tek kişi olan Müjgân, yaşadığı o trajik olaydan sonra Şahin’i hayatından çıkarmış, kendi kabuğuna çekilmiştir. Müjgân araya koyduğu mesafeyle farkında olmadan iki tarafta da büyük bir duygusal hasara yol açmıştır.
Bu kadar değil. Düşünürsen hayat tek bir hikâye. Dünya tek bir köy, diyorlar şimdilerde.
Doğrudur, kim bilir.
Şahin yaşadığı üzücü olayların ardından, kalbinde ağır bir yükle, yıllar önce okumak için geldiği İstanbul’dan ayrılarak köyüne döner. Köy hayatının detaylı bir şekilde tasvir edildiği bu bölümde, Şahin’in amcası Muhsin ve babası Halil Ağa’nın hayatından da kesitler anlatılır. Şahin gibi Muhsin de geçmişte bir süre İstanbul’da yaşayıp köyüne geri dönmüştür.
Doktor, Şahin’e depresyon teşhisi koyunca Muhsin ona evinde bakmaya başlar. Doktor Muhsin’e, Şahin’le bol bol konuşmasını tavsiye etmiştir. Köydeki bu ev sığınak görevi görür. Söz aracılığıyla şifalanan Şahin, köy hayatının kendi doğal ritminde yaşadığı acıyla yüzleşmeye çalışır.
Geçmiş nasıl aynen muhafaza edilir. Yerine yenileri gelmediğinde hiçbir şey eskimez. Hiçbir şey eskimediğinde her şey daha bir kök salar bulunduğu yere. İşgal yayılır. Mekânın asıl sahibi nesneler. Değil mi ki bir eyvah çanağı, sahibinden arta kalandır. Mekânın sahibidir öyleyse. Ağasıdır. Hükümdarıdır. Yerini kaybetmesi için eskimesi gerekir.
Romanda mekân mefhumu önemli bir yer kaplar. Mekân bazen bir köy evi bazen tren pencerelerinden seyredilen kasaba manzaraları bazen de hafızadır. Hafızadaki resimler Türkiye’nin değişimini köyler, kasabalar, üniversite kampüsleri; tarihin izlerini taşıyan İstanbul sokakları üzerinden tasvir eder. Müjgân yokluğuyla romanı büsbütün kaplarken Şahin hatıralarıyla, sesle, sözle ruhundaki gedikleri onarmaya çalışırken okuyucuyu gerçek bir hikâyenin içine sürükler.
Kendi değerlerinden uzak kalmanın yarattığı sıkıntıları atlatamayan modern insanın trajedisi Şahin ve ondan önceki kuşakların hikâyeleri üzerinden anlatılmıştır. Şehir romanın içinde başlı başına bir mekândır. Şehir ayrıca modernizmin getirdiği çıkmazın da merkezidir. Şehir hayatına tam olarak uyum sağlayamayan insanlar, köylerine döndüklerinde de kaçınılmaz bir yabancılaşmanın eşiğinde bulurlar kendilerini. Şahin, Muhsin, Müjgân ya da Halil aslında bireysel seçimlerinin kurbanı değil, belki de tepeden inme bir şekilde gerçekleşen değişimlerle inşa edilen sistemin içinde bir türlü var olamayan hassas karakterlerdir.